20 Aralık 2010 Pazartesi

art-arinim

art-arinim

ihsan arı- PEÇETE ÇOCUKLARI


PEÇETE ÇOCUKLARI

Karıncaların türkülerini duydu kara adam uzak mor dağların uzaklarından. Deli en delikanlı zamanlarının toprağa gömdüğü kitaplarından birinin kalbinden yıldızcasına bir cümle sündü kara adamın karanlığına. “karıncaların türküsü daha güçlüdür fillerin yasalarından.” Fil yasaları fillerin birer ayaklarını kesip gösteri maymunlarına çevirmişlerdi çoktan. Görkemin görünmezleşmesi neyse de görkemin pezevenkleşmesi çok acı olmalıydı.
Yine yıldızcasına yine toprağa gömdüğü kitapların birinin kasığından, yazanı rahmetsiz bir yazardan bir cümle daha sündü “işçinin emeklediği yerde koşmaya kalkan aydının bacağını kırarlar” gibisinden.
Bu kez bir karınca yuvasından disiplin içindeki karıncalar hala çürümemiş harfler çıkarmaktaydılar topraktan. “o iyi insanlar o güzel atlara bindiler ve gittiler.”
Biz dedi kara adam ve durdu. Ya kendimi ölü sayıyorum ya da ölüleri kendim cümlesinin içinden çıkıp kenara çekti kendini.
Biz kitapları sevgili saydığımızdan mı öğrenemedik bir kıza, bir kadına sarılmayı?
Biz kitaplarımızı yaktırmamak için mi yaktık sevgimizi ve kendimizi?
Biz kravat bağlamayı darağacından boynumuza geçecek kendir ilmekten öğrenirken mi yaban kaldık bir kadının boynunu öpmeye?
Biz neden utanarak baktık be kardeşim sevişmeye?
Kara dam o ara kime, neye, nasıla öfkelenirken bir resim düştü belleğinden. Renkli bir fotoğraftı Ankara Otobüs Terminali’nden. Bir genç kızla bir delikanlı, ikisi de üniversiteli olmalı. Ulu orta dudak dudağa öpüşmüştü. Nasıl sevinmişti kara adam… İçinden, çocuklar bu harika! Öpüşün, sevişin, sevin demek geçmişti. Kara adamın kalbi hem sevinmiş hem de cız etmişti. Kız otobüse binerken işaret parmağını dudaklarına sürüp delikanlıya bir öpücük göndermişti.
Kara dam elini cebinden çıkarmış ve parmaklarına bakmıştı. İşaret parmağının ve orta parmağının ilk boğum yerleri nasırlaşmıştı. Dudaklarına sürmüştü işaret parmağını. Anılarında öpücük gönderecek hiçbir kız bulamamış gözleri sayfalarını çevirecek bir kitap aramıştı. Ağzında sarı, toprak sinmiş bir tortu kalmıştı.
Sırtını yasladığı zeytin ağacının altında yeniden karınca yuvasına ve yürüyüşleri ilkeli karıncalara baktı. İçinden düşen sokaklar, caddeler, meydanlar, afişler, pankartlar, sloganlar ve beşerli sıralar canını yaktı.
Kol kola yürüdükleri ufak, iri, körpe memeli kız devrimcileri, dirseklerini eritseler de memeleri kız kardeş sayan anlayışı anlamaya çalıştı. Saçmalıktı. Ahlaksızlıktı diye haykırdı içindeki eyvah ve keşkeleri.
Birini sevmek, öpmek, sevişmek sevgenç olmaktı. İhanet demekti davaya. Aşağılıktı.
Birbirleriyle konuşmadan, birbirlerine dokunmadan, sarılıp kucaklaşmadan, öpüşüp sevişmeden her iki yöne de akmakta olan karınca katarına yeniden uzunca baktı kara adam. Karıncalara, karıncaların güçlü türküsüne ve bu cümlenin çıkıp geldiği kitap ölüsüne ağız dolusu kızdı.
Bir meydana, meydandaki yüksek bir yere çıkıp bağırmak istedi. Sağı, solu, yanı, yönü mahşeri kalabalıktı. Ölmüş değil öldürülmüş arkadaşlarıydı.
Hepsi aynı anda kendileriyle birlikte topraktan çıkardıkları kitap sayfalarını karıştırmakta ve bilmem kaçıncı paragrafı aramaktaydılar. Sarı, küflü bir hışırtı kaplamıştı meydanı.
Susun diye bağırdı. Dinleyin! Hiç biri çimlenmedi, filizlenmedi kitap kitap ektiğiniz harflerin. Yabancısıydı onlar öpüşmelerin, sevişmelerin. Çok sözüm var size. Söyleyeceğim. İçimden gelen hiçbir kelimeyi susturmayarak, hiçbir duygumu, arzumu, tutkumu bastırmayarak… Kanı deli bir delikanlı olarak… Kahraman değil sade-ce insan olarak… Ve sizleri çoktan unutmuş olan fosilleşmiş mangal prenslerinin hışımlarını, diş gıcırtılarını göze alarak söyleyeceğim.
Memleketi sevmek aşkı reddetmek miydi?
Memleketi sevmek kadını erkek, kadını sadece kardeş bilmek miydi?
Kortej dışında bir kızın elini tutamamak, beline dokunamamak mıydı memleketi sevmek?
Memleketi sevmek sarmaş dolaş, yoldaş yoldaş yatıp kabaran, ıslanan yerini saklamak, arsızca ve hayâsızca tuvaletlerde otuzbir çekip, peçetelere ölü çocuklar bırakmak, suçluluk ve azaptan kıvranmak mıydı?
Bir kızın gözlerindeki şiirleri okumak, o şiirlere şiirler yazmak memlekete ihanetti de aynı sloganları evirip çevirip bağırmak mıydı yalnızca memleketi sevmek?
Bir kızın saçını, yüzünü, göğüslerini, sesini okşamak memlekete ihanetti de paslı bir tabancanın kabzasını okşamak mıydı yalnızca memleketi sevmek?
Çok söyleyecekti, susmayacaktı aslında kara adam. Kendi kestiği dilini, ağzındaki dil boşluğunu hatırlaması da susturamayacaktı. Uzaktan, çok uzaktan otuz altı yıl, sekiz ay, üç hafta, yirmi bir gün uzaktan mavi elbiseli, mavi bakışlı, mavi tenli bir kız turuncu bir gülümsemeyle yaklaşmaktaydı. Yarılan kalabalığı geçip gözlerine girecek kadar yaklaştı. Eline, dudaklarından turuncu gülümsemeler alıp uzattı. Bir merhaba bıraktı. Kara adamın kan ter içindeki elleri ve mahcup dudakları titredi. Kırk iki yıl, sekiz ay, üç hafta, yirmi bir gündür parasız yatılılaşmış, devrimci ahlaka bulanmış gözlerini yere indirdi.
Mahşeri kalabalığı ve mavi kadını sildi. Yetim zeytin ağacının kuytusuna sindi. Ağladı. Bir konuşabilse şiirler de okuyacaktı. Uzak mor dağların uzaklarına çekilmekte olan mavi kadının ardı sıra baktı. Kartal hizasındaki gözlerinden dökülen gözyaşı yavrularının içinden harfler topladı.

Bir kuytuda ağlamaktır sevmek
Karıncaların kalabalığına karışmak
Yalnızlığa alışamamaktır sevmek

İhsan Arı Haziran 2009 – Altınoluk

ariihsan@gmail.com
ihsanariart@gmail.com
ihsanarisanat@gmail.com
www.art-arinim.com